Hikayede adı geçen kişi ve
kurumlar tamamiyle hayal
ürünüdür.
Cumartesi, 07.10.2006
ÇILGIN SEDAT 5 : NİKOLAOS ANASTOPOULOS
Sörvayvır Türkiye-Yunanistan programı 2006 yılından bu
yana her yıl yapılıyor. Bu program o kadar tuttu ki artık değişik formatlarda
çıkmaya başladı. Örneğin, Sörvayvır Suudi Arabistan. Araplar bu yarışmayı adına
yakışır bir formatta yapıyor. Amaç şu; 20 yarışmacı 200.000YTL ile birlikte Bülent
Ecevit çölünün ortasına bırakılıyor. En uzun süre hayatta kalan yarışmayı
kazanıyor ve kendisine önceden verilen paranın sahibi oluyor. Ölenlerin
parasının bir kısmı merhum yakınlarına cenaze masrafı olarak bırakıldıktan
sonra geri kalanlar programın yapımcısının cebine iniyor.
Neyse biz bizi ilgilendiren formata geri dönelim; yani
Türkiye-Yunanistan sörvayvırına. Bizimkilerde format hala aynı, sadece yeri
değişti; ekonomik nedenlerden dolayı Panama’da değil Marmara Denizi’nde
yapılıyor artık yarışma. Bugüne kadar kör olduğu anlaşılamadığı için
yanlışlıkla yarışmaya alınan arkadaşın boğulmasının dışında önemli bir kaza
yaşanmadı. Bu yıl düzenlenecek sörvayvırın bizim için ayrı bir önemi var. Bu
bölüme okul yıllarında okulun her şeyi konumunda olan Ali Aga’da katılıyor.
Günler geçti ve beklenen an gelip çattı. Sörvayvır
Türkiye-Yunanistan 2034 başladı. Acun Ilıcalı yarışmacıları tanıtmayı başladı.
Ali Aga dışındakilerin şansı olmadığından pek dikkat etmedim. Sıra Yunanlılara
geldi. İlk yarışmacı, ikinci, üç, dört… derken o da ne. Bu Çılgın’ın ta
kendisi. Hem de Marmara Denizi’nin ortasında, hem de Yunan takımında… O anda
telefonum kitlendi. Tüm arkadaşlarım arıyordu. İşte Çılgın orda diyorlardı… Bir
anda herkes sustu. Ne oldu demeye kalmadan televizyondaki yazıyı gördüm;
tanıtım bölümünde Çılgın Sedat yazması gerekirken Nikolaos Anastopoulos diye bir
isim yazıyordu. Tüm Türkiye yıkılmıştı… Ama ben yıkılmadım, sırf ismi değişik
diye karşımda duran kişinin Çılgın olmadığına kimse inandıramazdı beni. Bu
olayı araştırmalıydım. Aslında hayatta olması pek mantıklı gelmiyordu, sonuçta
silindir geçmişti üstünden; ama Çılgın bu, bir yolunu bulup kurtulmuştur
mutlaka.
Bu tip programlar genelde yarışma bittikten sonra
yayına girerdi. Yani Çılgın şu anda adada değil İstanbul’da bir yerlerde
olmalıydı. Bunun için ilk gemiyle İstanbul’un yolunu tuttum. İlk hedefim yarışmanın
yayınlandığı kanal olan Show TV oldu. Binaya girip resepsiyondaki kişiyle
konuştuğumda tahmin ettiğim gibi yarışmanın bittiğinin hatta yarışmacıların bir
canlı yayın için şu anda burada bulunduğunu söyledi. Bu haber umut vericiydi.
Birazda torpille hemen yarışmacıların olduğu stüdyoya gittim; ama sadece
dışarıdan bakmama izin verdiler. İyice cama yapıştım; içeride konuşulanları
duymaya çalışıyordum. Sırayla yarışmacıları çağırmaya başladılar ve en sonunda
Çılgın’da geldi. Ben ondan şok bir açıklamayla gerçekte Nikolaos Anastopoulos
değil Çılgın Sedat olduğunu açıklamasını beklerken o şakır şakır Yunanca
konuşmaya başladı. Hatta arada Türkleri iğneleyici sözler bile söylüyordu.
Bende git gide bunun Çılgın olmadığına inanmaya başladım ve boynum bükük
Edirne’ye geri döndüm.
Günün birinde okulun önünden geçerken belediyenin açık
bıraktığı bir çukur dikkatimi çekti ve birden Çılgın’ın ezilişi gözümde
canlandı; tam bu noktadaydı, silindir üzerinden geçmişti ve o ortadan
kaybolmuştu. hepimiz silindirin tekerleğine yapıştığı düşündük, yerdeki delik
dikkatimizi çekmemişti. Ama bu ipucunu değerlendirmeliydim. Hemen en yakın
markete gidip biraz erzak ve bir adet sanayi tipi tüp alıp kendimi deliğe
bıraktım.
Ortam gerçekten çok kötüydü. İğrenç kokusu ve görüntüsü
bir yana bilgisayarımın internet bağlantısının kesilmiş olması tam bir
felaketti. Tüm bu zorluklara rağmen yola devam etmeliydim.
Günler geçmişti; tüpüm bitmiş, cep telefonumun ve
bilgisayarımın bataryası tükenmişti. Biraz daha ilerleyince asıl beni vuran
darbe geldi… Tünel bitmişti. Kan beynime sıçradı; öfkeden duvarları
yumruklamaya başladım. Yumruklamak kesmeyince yerdeki kayaları etrafa
fırlatmaya başladım. Büyük bir kayayı yere fırlattığımda kaya yeri deldi ve
içeri su sızmaya başladı. Biraz daha eşelediğimde tünelin büyük bir su birikintisinin
ortasında olduğunu anladım ve hemen dalgıç takımlarımı giyerek suya daldım.
Suyun üzerine çıktığımda ümidim biraz daha azaldı;
çünkü etrafta karadan eser yoktu. Yapacak tek şeyim yüzmekti.Yüzdüm yüzdüm… Ama
bir türlü karayı göremedim. En sonunda da açlıktan bayılmışım. Ayıldığımda bir
kumsaldaydım, başımda da güzel bir genç bayan duruyordu. İlk önce ölüp cennete
geldiğimi düşündüm, ta ki bana iki tokat atıp “kendine geldin mi” demesine
kadar. Bu bir can kurtarandı ve beni denizde bulup sahile çıkarmıştı. Sürekli
“bu günlerde de ne kadar çok kişi boğuluyo, yüzme bilmiyosan girme kardeşim
denize” diye homurdanıyordu. Bunu duyunca hemen Çılgın’ı tarif ederek geçen
aylarda böyle birini kurtarıp kurtarmadığını sordum. Biraz düşündükten sonra
“Evet, olabilir.” dedi. Eline biraz para sıkıştırınca ise olayı tüm
ayrıntılarıyla anlatmaya başladı.
-“Evet, aynı böyle birini geçen ay denizden çıkardım.
Büyük bir şok geçirmiş olacak ki konuşmayı dahi unutmuştu. Bende götürüp
emniyete teslim ettim, sonrasını bilmiyorum.”
Evet, bu her şeyi açıklıyordu; doğru iz üzerindeydim.
Hemen emniyete gittim ve olayın geri kalanını öğrendim. Çılgın hiçbir şey
yapamadığı için polisler Çılgın’ı zihin engelliler okuluna yollamış. Burada
yeniden konuşmayı öğrenmiş (tabi Yunanca); fakat Çılgınla uğraşmak onlara zor
geldiği için ilk buldukları fırsatta sörvayvıra postalamışlar.
Sonunda Nikolaos Anastopoulos’un aslında Çılgın
olduğunu kanıtlamıştım. Tek sorun bunu kendisinin bilmemesiydi. Filmlerde
olduğu gibi geçmişten onu etkileyen bir anı belki kendine gelmesini
sağlayabilirdi. Aklıma böyle tek bir anı geliyordu ama önce Yunan yetkililerinden
onay almalıydım. Birazda onlara para yedirince hiçbir sorun çıkarmadan
teklifimi kabul ettiler. Planım şuydu; Çılgın’ın hafızasının kıyısında köşesinde
bir anı kaldıysa bu mutlaka tırın girişi olmalıydı.
Uzun uğraşlar sonucunda Çılgın’a çarpan tırcıyı
bulduk. Tır Çılgın’ın üstüne gelecek ve son anda çarpmadan duracaktı. Çılgın’ı
kulübesinin önüne bağladık ve beklemeye başladık. Tır son hızla Çılgın’a doğru
gelmeye başladı. Çılgın bize küfürler yağdırıyor, onu çözmemizi istiyordu. Ama
bunu denemek zorundaydık. Bu onun iyiliği içindi. Tır geldi geldi veeee… durdu.
Çılgın’ın yarım metre kadar önünde durdu. Bu arada Çılgın korkudan bayılmıştı.
Etraftan bir şişe kolonya bulduk ve Çılgın’ı ayılttık.
Biraz etrafa bakındıktan sonra “Ben nerdeyim?” dedi. Evet, Türkçe konuşmuştu;
planımız işe yaramıştı. Sevinçten birbirimize sarılırken Çılgın yine bayıldı.
Heyecandan bayıldığını düşündük ve biraz daha kolonya sürüp birkaç tokat daha
attık.
Bu sırada sıradışı bir ses işittim. Bu bir dalga
sesiydi. Tıpkı 2 yıl önce duyduğum ses gibiydi. Artık ikide birde şok
geçirmekten folloş olmuş bir şekilde arkamı döndüm ve korktuğum görüntüyle
karşı karşıya geldim. Bu bir tusunami dalgasıydı. Bu konuda tecrübeli olmama
rağmen o an ne yapacağımı şaşırdım. Ne yapacağız diye etrafa bakınırken
Çılgın’ın bu hale düşmesine sebep olan çukuru gördüm. Hemen, herkesi topladım
ve çukura daldık. Çabuk kuruyan çimento yardımıyla deliği sıvadıktan sonra
dalgayı beklemeye başladık. Ama bir şeyi unuttuğumuzu hissediyordum. Etrafa
baktım ve kimi görmiyeyim! Çılgın’ı dışarıda unutmuştuk, hem de bağlı
vaziyette. Ama artık çok geçti. Sinirden yumruğumu sıkarken elimde unuttuğum
şişeyi patlattım ve o an folloşluğun doruk noktasına ulaştım. Çünkü kolonya
diye kullandığımız şişenin üzerinde kurukafa resmi vardı, başkada bir açıklama
yoktu.
5dk sonra deliğin ağzını beton kırma makinesiyle
açarak dışarı çıktık; ama Çılgın ortalarda yoktu. Acaba dalga onu nereye
sürüklemişti? Dahası yaşıyor muydu? Dalgadan kurtulsa bile şişedeki kurukafadan
kurtulamazdı.
Onu beklemekten yılmadık yılmayacağız. Bu sefer çok
yaklaştık ama başaramadık. İnşallah bir dahaki sefere diyerek her ihtimale
karşı Allah’tan rahmet eş dost ve yakınlarına başsağlığı dilerim.
Burak Bora